Korkmuştu. Ne yapacağını bilemedi. Alışık olduğu durumdan çok farklıydı hâli. Burası neresiydi? Ne yapmalıydı? Bilmiyordu… Fakat hayatta kalmalıydı, bunu hissedebiliyordu. Birden bir ses duydu. Derinden ama anlaşılabilecek kadar net bir sesti bu. Kulak kabarttı ama yeterince kendinde miydi? Önemi yoktu. Bir an önce çıkış yolunu bulmalıydı. İlerledi. Neredeyse dikkate alınmayacak kadar sönük bir ışık belirdi önünde.

Bu da neydi? Yürümeye çalıştıkça orman adeta onun önünü kesiyordu. Ağaçların arasından geçmek bu kadar zor mu olmalıydı? Dikkatini topladı. O hafif ama giderek aydınlanan ışığa doğru hızlıca yürüdü. Adeta ağaçların içinden geçti. Ve başarmıştı! Orman, artık sona ermişti. Önünde koskocaman bir vadi vardı. İçinde bulunduğu yere anlam veremiyordu. Dinledi. Duymak istemediği şeyler duydu. Kaçmak istiyordu ama nereye? Böylesine bir yerde nereye gidebilirdi? Hayır, kesinlikle o korkunç orman yanıt olmamalıydı. Vadiye doğru yürüdü. O acı dolu sesler artık birer çığlıktı. Net ve giderek yükselen birer çığlık… Durdu. İşte karşısındaydı! Çocukluk günlerindeki o eski ve korkunç hayalet! Tüm ihtişamı ve ışıldayan gözleriyle oradaydı. Hareket etmedi, zaten edemezdi de. Birdenbire kendini koşarken buldu. Sadece koşuyordu. Ne yaptığını bilmeden çorak arazide ormana paralel koşuyordu. Fakat neden? Tüm bunlar nereden çıkmıştı? Hayalet, onu ormanın içinden takip ediyordu. Sadece önüne bakması gerekti, öyle de yaptı. Gözlerini ufka dikerek nefes nefese koşmayı sürdürdü. Birdenbire ayakları yerden kesildi. Bu da neydi? Yeşil giysili bir çocuğun ona gülümsediğini fark etti. Ve havalandı. Uçuyordu! Ama nasıl olurdu? Anlamaya çalışırken bir an aşağı baktı. Oldukça hızlı ama her biri çok net biçimde anlaşılabilen onlarca motif geçti gözünün önünden.

Lavlarla dolup taşan bir dağa tırmanan iki küçük yaratık ve binlerce korkunç asker, denizin altında korkuyla kaçan bir denizkızı, neredeyse kafasına çarpacak kadar uzun bir kule, kılıcı taştan çekip çıkaran bir kral (veya o anda kral olacağını tahmin etmişti) , yemyeşil çayırlar, görkemli bir şato ve son olarak da tüm güzellikleri ve etkileyicilikleriyle büyülü Elfler…

Welcome to my reality… Dream forever!

Hayal kurmak bir sanattır. Hem de zor ve emek isteyen bir sanat. Kafa patlatır, yeni yerler yaratırsınız. Orda sonsuz değişiklik yapma hakkınız vardır. Hem de kimseyi umursamadan… Sadece siz ve kendi istediğiniz şeyler vardır orda. Sonunda rüyalarınızdaki dünya şekillenir. Artık yepyeni bir yer vardır kaçıp gidebileceğiniz. Burası, bambaşka bir yerdir, tamamen sizindir! Efendisi olduğunuz, sonu siz istemedikçe olmayan bir dünya…

İşte bugün haklarında atıp tutacağım grubun her bir üyesi, bahsettiğim “yaratıcılık” ve “dünyadan kopma” olaylarında açmış germiş mahluklardır.

Blind Guardian, heavy metal adına duyulması gereken bir grup. Heavy metal dememin sebebi grubu yalnızca power metal veya speed metal gibi türler içinde sıkıştırarak incelemenin yanlış olduğunu düşünmemdendir. Çünkü grup bu türler içerisine sığmayan geniş bir yelpazede müzik yapıyor, daha doğrusu hayal gördürtüyor. Evet, onların yaptığı iş tam olarak da bu. Sizi alıp bambaşka diyarlara götürüyor, orada bir dünya tanımlıyor, sizi zor bir durumun içine sürüklüyor, heyecan içinde neler olacağını tahmin etmeye çalışırken müzik sizi içine çekiyor, yerlerde sürüklenirken yeryüzünün en yüksek yerine uçuyorsunuz; büyülü bir iksiri içip şatonun içinde kapalı kalıyorsunuz… Kısacası grup ne yapmanızı istiyorsa siz o yabancı diyarlarda kendinizi onu yaparken buluyorsunuz.

Metal grupları içinde “en iyi hikâye anlatabilen gruplar” listemin başını Iron Maiden ile çekmekte olan gruptur Blind Guardian. Klasik bir cümle olsa da onları en iyi bu cümle özetler galiba. “Dünyada yaşarlar ama müzikleri bu dünyadan değildir”. Ele aldığımız albüm de –isminden de anlaşılacağı gibi- “diğer taraf”tan, yani Blind Guardian’ın hayal dünyasından gelmekte.

Bir vakit okuduğum şimdi ise nerede okuduğumu bulamadığım bir inceleme yazısında albüm için “Blind Guardian’ın sonunun başlangıcı” başlığı vardı. Ben durumu hiç de böyle görmemekle beraber yazının yazarına karşı giderek büyüyen bir öfkeyle dolmaktayım her geçen gün. Bana kalırsa nasıl ki kesmeli biçmeli death metal yapan bir grup sonraki albümlerini rifflere dayalı yapınca bu işin adı “bozmak” veya “piyasa grup olmak” olmuyorsa aynı şekilde bu abilerin de işin içine biraz daha eşlik edilesi nakarat; ne bileyim akustik parça, giriş veya görece yavaş bölümler koyması da bozmak olmaz. Yani söylemek istediğim Blind Guardian bozmaktan çok kendini geliştirmeye yönelmiş bence bu albümde. Kendilerinin bir daha aşamayacağını öngördüğüm “Nightfall in Middle Earth”e zemin hazırlayan böylesine bir albümü beğenmeme sebebi sanırım “heavy metal’den yalnızca hızlı ve sert şarkılar beklemek” olabilir. Ki albüm, bir power metal albümü olarak nitelendirildiği düşünülürse, gayet sert ve hızlı bölümler bulundurmakta.

Albümün diskografideki önemi daha önce de söylediğim gibi bir şahesere zemin hazırlamasıdır. Ayrıca içindeki hiçbir şarkı boş olmamakla beraber belki de tüm Blind Guardian albümleri içinde en uyumlu ve birlik içinde bulunan şarkılar bu albümdedir.

Birkaç şarkı önerip akabinde albüme biraz daha müziksel açıdan bakmaya çalışacağım. Eğer henüz albümle karşılaşmadıysanız öncelikle mutlaka A Past and Future Secret’ı dinlemenizi öneririm. Hakkında birşey yazmamak herhalde en iyisi olur deyip geçiştiriyorum bu akustik manyaklığı. Başka bir önerim ise Imaginations From The Other Side (evet albümle aynı ismi taşıyan parça yazmadım çünkü hiç hoşlanmam). Büyülü dünyalara yolculuk etmenin hipnozdan daha iyi bir yolu olan bu eser diskografideki şarkı sıralamamda ilk beşe rahat girebilecek düzeyde olmakla beraber çoğunluk tarafından es geçilir genelde. Son olarak da dile dolanan nakaratıyla The Script for My Requiem’i ve “Allah Allah!” nidalarıyla Another Holy War’u söyleyip albümde ilk anda dinlemeniz gereken şarkılar serisinin sonuna geliyorum. Ama dediğim gibi albüm bütün halinde dinlenirse daha bir cici, daha bir şirin.

Müzikal açından değerlendirilecek birçok nokta var ancak bunları kısa geçeceğim. Zira grup bahsedeceğim noktaların hepsini albümde beyninize kazıyacak derecede iyi yapıyor. Gitar oyunları ve sololardan başlarsak müziğin büyük bir bölümünü yapan manyak gitarist André Olbrich’e buradan saygılarımı ve sevgilerimi iletirken parmaklarını teker teker öpüyorum. Özellikle yavaş kısımlardan hızlı kısımlara akarken verdiği geçis bölümleri ve “nakaratlarda kafa beyin bıraktırmama” gibi kendine has hareketleri tamamen oturtmuş bu albümde Olbrich. Bir diğer konuysa davullar. Gerçekten de bir power metal grubunda kolay kolay bulunamayacak azmanlıkta çalınan davullar Thomen Stauch imzalı. Sadece dinleyin diyor ve kaçamak laflarla son konuya geliyorum.

Eveet. Zaten albümü veya grubu duymamış olsanız dahi illa ki Hansi Kürsch denince aklınızda bir şeyler canlanıyordur. İnsanlık ötesi vokal performansının tavan yaptığını düşündüğüm albümde bu canavar sadece şarkı mı söylüyor? Yanıt hayır! Bunun yanında albümde net duyabileceğiniz ve kusursuz gitar işçiliğine rağmen geri plana itilmeyi reddeden bas gitar performansı da Hansi’ye ait.

Kendinden emin ve yeri göğü inleten, sürprizlerle dolu bu albümü öyle ya da böyle edinin, dinleyin. Fantastik dünyaya şu kadarcık (tırnağımın ucu kadar hareketi) ilginiz varsa koşarak gidin hemen dinleyin. Yok “Ben kralıyım lan o dünyalarının hepsini yaladım yuttum!” diyorsanız hemen şimdi en yakın sağlık merkezine koşun. Çünkü önünüzde sizi duvardan duvara vuracak bir 49 dakika var.